Babaannem ve Diğer Şeyler…
Babaannem, kelimenin tam anlamıyla nev-i şahsına münhasır bir kadın. Daha mütevazi sözcüklerle ifade etmek gerekirse, babaannem orijinal, antika, cins, değişik, egzantirik… Babaannem tek kelimeyle özetlenmeyecek kadar renkli, coşkulu ve harika… O, beni büyüten fedakar insan… O, benim çocukluğum, gülümsemelerim, hayretlerim… Babaannem, hep bana seslenen fakat anne olduktan sonra, sesini ilk kez gerçek anlamda işittiğim insan… O, rengârenk fularları, envai çeşit boncukları, her sabah sürdüğü kırmızı ruju, zeytin gözlerini vurguladığı sürmesi, kocaman memeleri, aktivist ve demokrat duruşu, sohbetşinaslığı, telefonda ne olursa olsun ‘buy’run efendim’ diye şakıyan tiyatral tonlamalı sesi, alaturka şarkılarla çınlattığı jilet temizliğindeki evi ve yaratıcı küfürleriyle benim başımın tacı… Ömrü uzun, yüreğin sevinç dolu olsun Ayten Koroğlu.
Oğlum dünyaya geldikten sonra, yetiştirdiği torununun yavrusunu görmek üzere yollara düşen babaannem, görüşmeyeli hayli yaşlanmıştı. Eh, babaannemin fişek gibi hallerini gördükten sonra, üzerine çöken ağırkanlılık beni hüzünlendirdi doğrusu. Ama babaannem, ani çıkışları ve olur olmadık zamanlarda patlattığı bombalarıyla, beni alıp götürecekti. Kardeşim ve kuzenim, babaannemle daima uğraşırlar ve ona ait bir parçadaki orijinallik üzerine şakalar üretmeyi marifet sayarlardı. Doğrusu babaannem ilgi odağı olmaktan hoşnut vaziyette, bizimkilerin bu şakalarına dolu ve kocaman kahkahalarla gülerdi. Babaannem gülümseyen, neşelenen kimsenin heyecanını kursağında bırakmaz, afra tafra yapmaz… Dalga geçilen kendisi de olsa, konunun içine akıp karışır, neşenin bir parçası olur. İşin sonunda herkes, onun kanatları altına sığınır ve hatıralar kolonyası ile yıkanmış gerdanına yaslanır.
Sevgili Genel Yayın Yönetmenimiz Mehtap Erel’in yazılarında en sevdiğim özelliklerden biri de, diyalog üslubunu sıklıkla metinlerinde görmektir. Hani bir adım sonrası sesleri duymak gibi gelir… İşte bu hafta ben de, onun üslubunu kullanmaya niyetliyim. Babaannemin son gelişinde not düştüğüm diyalogları olduğu gibi aktarmalıyım. Çünkü Ayten Koroğlu, sesler olmadan iki boyutlu kalır… O bir kahkahadır, şarkıdır, mırıltıdır, sohbettir çünkü…
Dediğim gibi, babaannemle hep konuşuyordum fakat bu kez, onu ilk kez duydum… Onunla bir buçuk yıldır görüşemiyorduk… Onun gezmeleri, benim hamileliğim derken hiç olmadığı kadar uzun süre ayrı düşmüştük… Beni bıraktığında, kafasında sürekli yazmak için bir şeyler biriktiren, dalgın ve gergin bir kadındım… Ergenliğimden beri süregiden çekişme tonuyla sohbet edişlerimiz, son görüşmemizde de gerçekleşmişti. Ama, bizim aramızda hiçbir zaman dargınlık olmaz yani onu haftada iki üç defa arayıp sesini duyarım… Yine de bu kez farklıydı… Babaannem, kendine özgü hoş sohbeti, yeni geliştirdiği dizi müptelalığı ve bunların taşıdığı bir araba durum komedisiyle evimize girdi…
Beni ilk kez bu kadar kilolu görüyordu. Henüz kilo verme aşamasındaydım ve yirmi kilo vermiştim ama yine de onun büyüttüğü küçücük fıçıcık kız gitmiş, yerine balık etli bir hatun gelmişti. Yine de görünüşümde çok hoşuna giden bir ayrıntı oldu… O ise durumu kendi üslubuyla bana tebliğ etti:
Babaannem: "Oh kaşların ne güzel olmuş, tıpkı Fatmagül... Aferin!"
Ben: "Aferin?!??"
Oysa, ben bir süredir kaşlarımı aldıracak vakit bulamıyordum, hepsi bu…
***
Derken, bizim ara sıra “aç” butonuna basılan televizyonumuz tam mesai ile çalışmaya başladı. Babaannemin bir mürit gibi takip ettiği dizileri vardı. Hâtta bazılarının tekrarlarını da seyrediyordu… Yani oturup izlediğimiz bir program, babaannem tarafından üçüncü, dördüncü kez hatmediliyor olabilirdi. Aslında çayımızı demleyip, meyvelerimizi alarak televizyonun karşısına geçmeyi çok özlemiştim… Babaannemle bunu yeniden yaşamak için bir bahanemiz olacaktı. Belki televizyonda akıp giden dizinin konusunu kıyısından köşesinden anlarsam keyif bile alabilirdim, tabii babaannemin şöyle çıkışları olmasaydı: "İşte şu kız var ya çok hasta ama bilmiyor, ölecek en son..."
Ve doksan dakikalık dizinin geri kalan seksen beş dakikası angarya tabii… Anlasam ne olur, anlamasam ne olur…
***
Babaannem için Mersin seyahati, ılık ve aydınlık bir tecrübe olacaktı. Ankara’dan sonra bu ılık Akdeniz kenti, ona sevimli ve pırıltılı gelecekti. Ama şansına, saatlerin bir saat geri alındığı günü Mersin’de karşıladı… Artık ne olursa olsun, hava erken kararacaktı ya, ne Akdeniz sevimliliği, ne de ılık geçen sonbahar günleri eski önemini korumuyordu…
Ha’bire saatine bakan babaannem, sonunda o bilindik klişeyi susamlı kurabiyeyi andıran gevrek sesiyle seslendirdi:
Babaannem: Şimdi saat dokuz, yani eskinin on'u. Aaaah bir süre böyle yaparım, sonra kısmetse yaz saatini konuşuruz.
Ben: Peki babaanne, konuşalım.
Sonra, en günlerin kısalışına üzülen insanlara özgü o hüzünlü tavrını takınıp adeta yaz saatini beklemeye başladı…
***
Eskiden olsa duymayacağım, ciddiye almayacağım ya da bir tebessüm etmeyi dahi ihmale getirdiğim her sözü not düşer olmuştum. Sonra bunları facebooktaki kişisel sayfamda paylaşmaya karar verdim. Sanki, babaannemin incileri günün özeti gibiydi. O gün, neye güldüğümüzü, neyi konuştuğumuzu, neyi gündeme aldığımızı izah eden aforizmaları andırıyordu. Babaannemin tahmin ettiğimden daha fazla takipçisi oldu. Özellikle de şu “tayt” diyalogumuzdan sonra…
Babaannem: Bu taytları nereden aldın?
Ben: Pazardan, bunu da LCWaikikiden aldım.
Babaannem: Ne kadar?
Ben: En pahalısı, on lira.
Babaannem: Haikiye götür beni yarın, o zaman.
Ben: LC Waikiki mi yani?
Babaannem: Evet, Haiki.
Ben: Tamam babaanne.
O bildiğini söylemekten asla vazgeçmiş değildi, şimdi niye öyle olsundu ki?
***
O gittiği yerlere asla eli boş gitmez… Çam sakızı çoban armağanı, muhakkak bir şeyler taşır yanında… Hele bana gelirken, kendince zevkli bulduğu, kullandığı ne varsa bir örneğini de bana getirir. Modern zaman alışkanlıklarımızdan olsa gerek, içten içe beğenmeyiz o hediyeleri (şu anda kendimi dövmek istiyorum, küstah Ezgi!) ama o çıkıp gittikten sonra, getirdiklerine bakıp içleniriz ve ilginç bir şekilde o beğenmediğimiz şeyleri, büyük bir rağbetle kullanmaya başlarız. Ama benim canım babaannem kimseden bir şey istemez, beklemez. Özverili sözcüğü, babaanneme ne kadar uygun düşse azdır. Fakat ilk defa, babaannem eşimin (Deniz) üzerine giyindiği basit, siyah bir polar monta bayıldı ve “Al babaanne senin olsun!” dediğimizde, mahcup bir tavırla, “Peki madem, o kadar ısrar ediyorsanız…” diyerek kabul etti, ama tabii önce o montla birtakım yaşanmışlıklar edinmeliydi. Bir defasında:
Babaannem: Ezgiii... Gelirken üstüme o nubuk şeyi getir.
Ben: Nubuk neyi?
BB: Hani mont yok mu? Onu getir.
Ben: Poları mı yani?
BB: Ezgi, yarın Deniz'e çiğ börek yapayım ben...
Ben: Peki babane nubuk ne olacak?"
Tabii kimse, çiğböreğin o konuşmaya nasıl dahil olduğunu bilemedi, bilmiyor…
***
Bazı şeylere çok görev verirseniz, o şeyi zorlar ve yıpratırsınız… Belleğiniz de bu şeyler arasındadır. Babaannem bir süredir unutkanlık atakları yaşıyordu. Ama unutkanlık, babaannemi alt etmeden, o unutkanlığı alt etmeye karar vermiş olacaktı ki, her gün bir demet bulmaca çözmeye oturuyordu. Bomboş karelerin içi, çok geçmeden kelimeciklerle doluyor, benim bile çoğunun adını bilmediğim yeni zaman figürlerinin isim ve soyadlarını babaannem afilli kalemi ile o boş satırlara, harf atlamaksızın yazıyordu. Bu ayıklığı beni nasıl mutlu ediyordu anlatamam… Tabi iş ayıklıkta değil, uyanıklıktaymış…
BB: Ezgi, fatalite ne demek?
Ben: Kader...
BB: Alın yazısı yani... Buraya uyan o.
--
BB: Ezgi demetto ne demek?
Ben: İlk defa duyuyorum.
BB: Maaş demekmiş.
Ben: Sen, bunu nereden bildin şimdi?
BB: Ah işte burada yazıyor (gazetenin arkasındaki cevap anahtarı)
Ben: Harikasın baba'ne.
Ondan her şey beklerdim fakat kopyacılık… Ne diyebilirim ki…
***
Babaanemle aramızda geçen her konuşma, kendi esprisini yani ruhunu içinde barındırsa da hiçbir şey, kilo verme sürecim ya da uyguladığım beslenme listeleri kadar, onun hedefine oturmadı. Eh, eski toprak… İnanıyor ki, can boğazdan gelir. Eli de nasıl lezzetli. Size yemin ederim, onun kadar lezzetli zeytinyağlılar yapan ikinci bir kişiye rastlamadım. Diğer yemekleri de enfes olur… Ama benim harfiyen izlediğim listeler, babaannemin yemekleriyle aramızdaki koca duvardı. Ve babaannem o duvarı aşmak için hangi yolu denediyse de olmadı:
BB: Ezgiii makarna kilo yapmıyormuş.
Ben: Canın makarna mı çekti baba'ne?
BB: Ama sen yemezsen, benim boğazımdan nasıl geçsin?
(1-2 dakika süren sessizlik)
BB: Çubuk yap madem…
Bir yerden ulaşamayınca, diğer yolları da denedi. Bu yollar arasında karşılaştırma yapmak ya da burun bükmek de vardı.
Babaannem: Kardeşin çiğ börek sever, Uğur (kuzenim) mantı sever, Ümit (amcam) içli köfteye bayılır...
Ben: Bil bakalım ben neyi severim?
Babaannem: Ot çöp..."
Ya da,
Babaannem: Hiçbir şey için tutturmazdın çocukken. Bir tek kitap için... Ben kitap diye ağlayan başka çocuk görmedim.
Ben: Eh bu güzel bir şey...
Babaannem: Bir kere de, 1 kilo mandalina al deseydin ya…
Ve sık sık kartlarını iradem üzerinden oynadı:
Babaannem: Resmen bana rağmen diyetini bozmadın Ezgi.
Ben: Doğru söylüyorsun baba'ne.
Babaannem: Ama çok şey kaçırdın...
Ben: Onu da doğru söylüyorsun Baba'ne."
Sonra, çocukken ne kadar boğazsız olduğuma dair bir araba laf… Ben babaannemin karşısında daima o küçük çocuktum. Bunda saklanacak bir şey yok… Ama kocamın yanında açtığı bazı defterler… İnsan, ergenliğinden nefret etmiyorsa, öyle bir anda kaçınılmaz olarak nefret eder…
Babaannem: Ya Ezgi, sen o titaniği ne güzel söylüyordun?
Ben: "My heart will go on" şarkısını mı babaanne?
BB: İşte adı neyse... Pek bir içli okuyordun.
Ben: O zaman on beş yaşındaydım, o yaşta çok hata yapıyor insan.
BB: Hadi şimdi yine söyle.
Ben: Etme babaanne...
BB: Hadi çık şuraya, dansını da et. (Dansı da neyse artık?)
Ben: Babanne otuz yaşındayım, Allahını seversen...
BB: Hadi canııım, kocan da görsün.
Ben: Oturarak söylerim, Deniz de içeri gitsin…
***
Dedim ya, babaannemin bize bu ziyareti tam anlamıyla bir şölendi. Dizi izlemeye de iyice alışmıştım artık. Doğrusu diziyi babaannem izliyordu, ben de babaannemi.
İşte "İffet" isimli diziyi seyrederken, sahnenin geçtiği gece kulübüne babaannemin verdiği karşılık:
Babaannem: Ben bu kulübü hiç sevmedim, hiç eğlenceli değil...
Ben: Babaanne kulübe gitmedik ya, sadece televizyonda seyrediyoruz...
Babaannem: Olsun, sevmedim.
Ya da "Öyle Bir Geçer Zaman Ki", isimli dizideki "Ali Kaptan" karakterinin, adamı köpürten sahnelerinden bir tanesinde babaannemin önlenemez haykırışları:
Babaannem: "Ağlaaaaaa ağlaa! Git kendini döv... O kadın da gidip fingirdedi başkasıyla iyi mi! Ağlaaa! Beter ol."
Ben: Sakin ol baba'ne.
Babaannem: Dur daha dur, az söyledim.
Ben: Ama...
Babaannem: Sus şimdi.
***
Babaannem, sohbet ettiğimiz her kahve molasında hatıralarını, seyahatlerini, bizim anımsayamadığımız ama kendisinin hücresine işlemiş küçüklük hallerimizi anlatıp durdu. Onu dinlemek çok keyifliydi. Daha gitmeden birkaç saat önce anlattığı bir hatırasında, kendi şaşkınlığına birlikte güldük. Dedim ya, o kendisiyle eğlenmeyi sever. O, eğlenmeyi sever.
Babaannem: Denizli'ye kaplıcaya gittiğimizde, bir dolmuşa atlayıp pazara gidiyordum. Ama taptaze domatesler, marullar, lahanalar görsen kooocaman, şahane...
Ben: E oradan alıp misafirhanede pişiriyor muydun?
Babaannem: Bir gün kooocaman bir lahana aldım.
Ben: Sarmasını mı yaptın?
Babaannem: Yok sarma yapmadım.
Ben: Ne yaptın peki?
Babaannem: Dolmuşa bindiğimde "Ben niye bu kadar büyük lahana aldım ki?" diye sordum.
Sonra babaannemin şarkılı, kurabiye ılıklığındaki kahkahası…
***
Kapıdan çıkmadan önce, ona birkaç gün önce yemeyi arzu ettiği bir çikolatadan verdim. Yanımdayken, sanki onlara yemek pişirmemişim de onları da kendi listelerimdeki yiyeceklerden yemeye mecbur etmişim gibi davranan babaanneme, giderayak bir kıyak yapmak istedim doğrusu… Çünkü bu hediyemin birkaç gün öncesinde iç çekip, şunları söylemişti…
Babaannem: Ben de bir gün, bu pinguik midir nedir alıp yiyeceğim doyasıya...
Ben: (Sevimli bir ses tonuyla) Kaç yaşındasın sen küçük?
Babaannem: (Olanca ciddiyetiyle) Yetmiş dört... Maşallah de. De hadi.
Ben: Maşallah. Pingui alayım mı sana?
***
O gittikten sonra, facebookta paylaştığım bu diyaloglar üzerine, insanlar onu sorar olmuşlardı. Bense, evimden silinmeyen o, "Hatıralar Kolonyası" rayihasıyla babaannemin gülücük dolu sohbetlerini yad edip, iç çekiyordum. Ne zaman özlesem, telefona sarıldım. Eh Ayten Koroğlu, diyeceğini telefonda da diyordu…
Babaannem: Nasılsın kuzum, Rüzgâr Ali'm nasıl?
Ben: İy....
Babaannem: Şimdi o sabahları nasıl cıvıldıyordur...
Ben: He...
Babaannem: Gülücükler saçıyordur etrafa, Maşallah süphanallah!
Ben: Ma...
Babaannem: Babasıyla sabahları uyanıyorlar mı yine? Erkenden koklaşıyorlar mı?
Ben: Ev...
Babaannem: Oldu, ben telefonu Nurten Teyzene veriyorum, o da sesini duymak istiyormuş...
(Sesim mi?)
Ona, eskisinden daha çok gülümsüyor, yüreğinde sardunyalar ve begonviller olan bir kadının benim babaanem olduğunu düşünüyordum. Onu şimdi, bu güzelliği ve ruhuyla keşfetmiştim. İşin bir de başka bir tarafı vardı. Sosyal medyanın ağır topu facebook ise babaannemsiz kaldığı için mahzundu. Ciddi ciddi, babaanneme selam gönderen dostlarım, onu özlediğini söyleyen tanıdıklarımla, babaannem ve ışığı tebessümümüzde bir yer bulmuştu kendisine. Onunla bir telefon konuşmamız da bunun üzerine oldu.
Ben: Baba'ne feysbuk ahalisi seni soruyor.
Babaannem: Niye?
Ben: Ben, bizim aramızda geçen hoş ve komik şeyleri not düşüyordum.
Babannem: Huk nereden görmüş ki senin notlarını? (Huk=Feysbuk)
Ben: Bilgisayardan, herkesin görebileceği bir şekilde yazdım da ondan.
Babaannem: Sen de Huk'a selam söyle, öp güzel yanaklarından...
Kimseyi bilemem ama ben onu güzel yanaklarından öpüyorum… Yüreğime bir babaanne festivali yaşattığı için… Ve diğer şeyler, burada yazamayacağım ama yaşamımı borçlu olduğum, diğer bir sürü şey için… Yanaklarından ve o mübarek ellerinden öpüyorum onu. İ